AB'ye Giriş Sürecinde Günlük Yaşamda Değişimler

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra'nın, 8 Mayıs 2004 tarihinde, Mimar Sinan Üniversitesi'nde   düzenlenen  "AB'ye Giriş Sürecinde Düşüncede, Düşte ve Günlük Yaşamda Değişimler" konulu sempozyumda yaptığı konuşmanın metni:

 

Benim de usule uygun olarak daha önceki konuşmacılar gibi tevazu gösterip kafamın karışık olduğunu söylemem gerekiyor. Halbuki çok net, ne yapayım. Sadece gazete ve televizyonlara bakarak fevkalade net bir tablo görmek mümkün.

 

Noam Chomsky Türkiye'ye geldiğinde kendisiyle nihayet bir mülakat yapabildiğim zaman - çok hararetli Avrupa Birliği tartışmalarının geçtiği bir dönemde gelmişti - dünya hegemonya problemleri üzere onunla konuşuyordum. "Bir şey çok dikkatimi çekti," dedi, "bütün televizyonlara şöyle bir baktım" – tabii Türkçe bilmiyor ama hemen etrafındakilerin olup biteni tercüme etmelerini sağlamış - "Avrupa Birliği medeniyetine intisap etmenin, katılmanın ne kadar önemli olduğunu konuşuyordu herkes, bütün televizyonlarda" dedi. "Türkiye olarak o Avrupa Birliği'ne girmek istiyorsanız, hiçbir itirazım yok ama medeniyet mi? Avrupa medeniyeti dediğiniz şey dehşet vericidir. (It's appalling) dedi. "Avrupa medeniyeti dediğiniz şey yeryüzünün en büyük kıyımlarını gerçekleştirmiş; dehşet verici bir tarihten bahsediyoruz. Bu medeniyet meselesini isterseniz çok karıştırmayalım". Bunu da bir yan unsur olarak söylemişti. Ama yüzyıllarca, belki de 500 yıla yakın bir süre birbirlerini kesen Avrupalı devletler, sonunda bu oyunun sonuna geldiklerini düşündükleri zaman, 1945'te, artık seçilenler, demokrasi, seçilmiş parlamentolar ve bir de serbest piyasa ekonomisi üzerinde diye adlandırılan bir başka medeniyete geçme tasavvurunu Avrupa Birliği'nde belki gerçekleştirmişlerdi. Ama gene bütün, küresel olarak bakıldığı zaman, savunmasız ve zayıf durumda kim varsa tepelerine binip bu olağanüstü dengesizlik ve vahşi düzeni engellemek için en ufak bir şey yapmadıklarını da rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

Daha geçenlerde, yakın tarihin en büyük katliamının – Ruanda - onuncu yıldönümünü idrak ettik biliyorsunuz ve bunda Avrupalılar'ın muazzam medeniyetinin katkılarını ya da ihmallerini biliyoruz. 100 gün içinde yaklaşık bir milyon insanın, günde on bin insanın palalarla kesilmesinde, otomatik silahlarla taranmasında bu Avrupa medeniyetinin (Amerika Birleşik Devletleri'nin sessiz desteğiyle) fevkalade önemli bir rol oynadığını, bugün resmi belgelerden biliyoruz. Yani medeniyetten bahsedince orada biraz durmak lazım. Başka amaçlarla, pratik amaçlarla Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne entegre olması fevkalade iyi olur diye düşünebilenler vardır ama medeniyet işini - Profesör Chomsky'nin dediği gibi  - pek karıştırmasak iyi olur. Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa'nın tarihini kıyaslasak bile medeniyet meselesinde kimin daha üstün geleceği tartışma konusu olur - Can Dündar'ın güzel filmindeki görüntülere rağmen-. Hatta Avrupa'nın medeniyete bakış meselesini en iyi herhalde yeni bir kıtayı, Amerika Kıtası'nı fetih işlemine ilk başlayan Kristof Kolomb'un günlüğünden anlayabiliriz. Kolomb sıkı Avrupalı; hem İtalyan hem Portekizli. "Burada olağanüstü güzel insanlar var," diyor ilk ayak bastığı yerde; "Hepsi çok güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar ve çok da tuhaf bir kültürleri var; paylaşmak istiyorlar, hatta ellerindeki her şeyi vermek istiyorlar. Bu ne kadar tuhaf bir durum. Ama bunlardan ne güzel köle olur" diye de bir sonraki cümlesinde tamamlamasını yapıyor. Avrupa medeniyetinin temelleri işte bu.

 

Çok uzun boylu konuşulacak şeyler var mı bilmiyorum ama tabloya bakmak için Türkiye'deki bugünkü herhangi bir gazeteyi almak, bir de belki dün akşam Amerika Birleşik Devletleri Senato ve Kongresinde yapılan askeri işler konusundaki soruşturmada Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in çeşitli senatörler ve kongre üyeleri tarafından sigaya çekilmesinde sorulara cevap verirken söylediklerine bakmak yeterli olabilir aslında.

 

Türkiye'deki gazetelerde "Avrupa yolunda dev adım" diyor mesela bugünkü Radikal; Devlet Güvenlik Mahkemeleri kalktı, YÖK'teki asker üye gitti ve askeri harcamalar şeffaflaştı. İşte bir, iki de geçmeyen şey var; pozitif ayrımcılık meselesi istendiği gibi olmamış filan. Bu, tabii Türkiye açısından çok büyük bir sivil projenin, daha doğrusu bir bakışın son noktalarından biri. Avrupa Birliği olduğu için, yani özerk, otonom bireyin bir anayasal hukukun üstünlüğüne dayalı çoğulcu demokrasi ve katılım projesinin bir parçası olarak görülmesi gerekiyor. Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin kalkması orada yargılanmış olan ve olmayanlar açısından hayati denebilecek kadar, bir dönüm noktası denebilecek kadar önemli bir olay olarak görülmelidir – ben öyle görüyorum şahsen. Bunun da dolaylı olarak Avrupa desteğiyle, AB sayesinde olduğu söylenebilir. Çünkü Avrupa'nın - bütün bu afedersiniz medeniyet palavralarını bir yana bırakacak olursak - temel tasavvuru daha katılımcı bir anayasal hukuki düzen üzerinde yerleşik olan bir batı hayali ya da tasarrufu. Yani Profesör Çağlar Keyder'in dediği gibi iki ayrı batı tasavvurundan bahsetmemiz ve Avrupa'nın batı hayaline - gene imparatorluk tasavvuru olmakla beraber - Avrupa Birliği'nin daha anayasal, hukuki temeli esas alan ve anayasal vatandaşlık üzerine dayanan bireysel özerklik üzerine dayalı bir proje diye bakmamız mümkün.

 

Öte yandan, Amerika Birleşik Devletleri'nin imparatorluk tasavvuruna hemen dönmek lazım. Bunun da en mükemmel örneği dün akşamki soruşturmada Donald Rumsfeld'in ilk ağızda söyledikleriydi. Buna dünya medeniyetinin – Oruç Aruoba'nın özenle belirttiği gibi bütün toplumlara özgü olarak en önemli gelişmelerden bir tanesi - İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gelişen ama özellikle 1960'tan sonra çok güçlenen, bazılarının söylediği gibi bir devrim olmasa bile önemli bir halk hareketini temsil eden İnsan Hakları hareketinin gittiği nokta açısından bakılması gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'ın işgali projesinin en temel mimarlarından bir tanesi olan Donald Rumsfeld gelmiş geçmiş bütün İnsan Hakları belgelerinin, hareketlerinin getirdiği sonuçları tamamen ayaklar altına alan, yerle bir eden, herkesin bildiği ama söylemekten nedense kaçındığı bir gerçekliği bence çok net olarak ifade etti dün akşam televizyonlarda. BBC, CNN International ve Fox televizyonunda vardı; "Korkunç şeyler yapılmış" dedi Irak'ta, yani insanlık ayaklar altına alınmış, haysiyet kırıcı şeyler yapılmış, işkence yapılmış, "ben yeni öğrendim bunları" dedi. Yalan kısımlarını geçiyorum, inandırıcılıktan uzak, yani Amerikalı senatörleri bile inandırmaktan uzaktı ki onları söylenenlere inandırmak çok zor bir şey değil. Ona rağmen "Bunlar çok korkunç şeyler, ama en önemlisi Amerikan değerlerine aykırı," dedi. Şimdi, bu önemli bir tespit bence. Bu, dünyanın en büyük yalanı çünkü Amerika Birleşik Devletleri'nin söylediği değerlerin, Amerikan imparatorluk tasavvurunun, projesinin insan haklarına ve temel hak ve özgürlüklere dayalı bir proje olmadığı apaçık ortada. Ama zaten Donald Rumsfeld'in, en önemli şey insanlara haysiyet kırıcı şeyler yapılması, onların işkenceyle öldürülmesi ve Uluslararası Cenevre Savaş Suçları Sözleşmesi'ne aykırı olması değil, bizim değerlerimize aykırı demesi çok net olarak bence bir şeyi ortaya koyuyor. Burada Profesör Çağlar Keyder'in tespitlerine de katılıyorum; Avrupa Birliği'nin hukuksallık ve çok taraflılığı üzerine kurulu bir imparatorluk projesine mukabil, Amerika Birleşik Devletleri tamamen tek taraflı bir imparatorluk değerlerini savunuyor ve bu, başta yaşama hakkı olmak üzere bugüne kadar gelmiş en temel hakların ayaklar altına alınması temeline dayanan bir hegemonya projesinden ibaret. Bütün belgelerde de (ABD garip bir şekilde açık da bir toplum olduğu için belgelere ulaşabiliyorsunuz) görüldüğü gibi Full Spectrum Dominance diye adlandırdıkları bir projeyi uygulamaya çalışıyorlar. Yani uzayı da mülk edinerek, oradan yerleştirilecek, nokta atış yapabilecek uydularla bütün dünyadaki, Amerika'nın tek taraflı hâkimiyetine karşı çıkabilecek herhangi bir noktayı, herhangi bir odağı ortadan kaldırmaya dayanan bir projeleri var. Bunu da 2002 yılında açıkça 'Ulusal Savunma Stratejileri' diye bir resmi belgeye koymuş durumdalar. Amerika'nın Uluslararası Suçlar Mahkemesi'nden tek taraflı olarak çıkması ve çıkmakla kalmayıp Uluslararası Suçlar Mahkemesi Sözleşmesi'ni onaylayacak devletlere de onaylamamaları yolunda baskı yapmasından başlayıp, biyolojik silahların yani mikrop savaşlarının tümüyle ortadan kaldırılmasını sağlamaya yönelik antlaşmayı yırtıp atması ve herkesin temel projesi olması gereken, geleceğe, gelecek kuşaklara, çocuklara ve torunlara bırakılacak yaşanabilir bir dünya projesini - dünyada yaşayan herhalde tüm insanların böyle bir kaygısı vardır – ayaklar altına alan, çok küçük bir kısıtlama getiren (Çevre meselesinden bahsediyorum; küresel iklim değişikliği probleminden ve küresel ısınmadan), bunu önlemeye, hiç olmazsa geriletmeye yönelik tek antlaşmayı da hem kendisinin onaylamaması, taraf olmaması hem de taraf olmasın diye İngiltere başta olmak üzere diğer devletlere de baskı yapmasıyla tamamen tek taraflı bir hegemonya projesinin içinde olduğumuzu gösteren çok sayıda belge var.

 

Dolayısıyla, elinizde iki ayrı proje var. Bir tanesi Avrupa İmparatorluğu projesi ve bu hukukun ve temel hakların korunması esasına dayanıyor. Öteki de bütün hakları aslında tek taraflı olarak, kendilerine tanıyan, kendi çıkarlarına yönelik herhangi bir tehdidi algılaması halinde - ki bu algılama değerlendirmesini de yapacak olan tek bir otorite var: ABD'nin kendisi- evrensel hakları, ötekinin haklarını askıya almatı öngören bir proje. Bu iki projenin arasında kalmış bir Türkiye'de bulunduğumuz söylenebilir. Amerika Birleşik Devletleri'nin çok uzun süre Dışişleri Bakanlığı'nı yapmış ve tarihin gördüğü en büyük, Vietnam, Kamboçya, Laos da dahil Şili'deki akıl almaz kanlı darbenin de mimarlarından olarak yaklaşık on milyon kişinin ölümünden sorumlu tutulan Kissinger'ın, yanılmıyorsam 1971'de, bundan otuz küsur sene önce yaptığı bir tespit var. Daha önce, 1945'ten itibaren hatta 1944'te yapılmış bir tespiti çok daha net olarak söylüyor. Yeni bir şey söylemiyor ama çok net olarak ortaya koyduğu şu laf var; "Bir kıta olarak Avrupa'nın kendi bağımsız çizgisini izlemesine izin verilmemelidir, dünya politikasını ABD yönetir, Avrupa ancak bir bölgesel aktör olabilir" diyor. Yani Donald Rumsfeld'in  "Eski Avrupa" dediği Fransız-Alman ekseni üzerine endüstriyel ve finansal kalbi Almanya ve Fransa olan bir yolda gitmemesini muhakkak surette sağlamamız gerekir diyor ve onun için çok net bir ayrımdan bahsetmemiz mümkün.

 

Yani bir tanesi çok taraflı, katılımcılığı içeren bir imparatorluk, eski pratikleri, yani geride kalan zayıfları gene vurmaya devam etse de hukuk ve insan hakları temeli, yurttaşlar Avrupası üzerinde yükselen bir yapı projesi... Bir tanesi de şu anda – benim bilebildiğim kadarıyla, açıklanmış Pentagon belgelerini alırsak (açıklanmamış olanlar da var) – dünyanın 170 ülkesinde askeri üsleri olan bir başka imparatorluk. Ve tamamen tek taraflı, uluslararası hukuku ve uluslararası insanlık hukukunu da, savaş hukuku da dahil olmak üzere, tamamen ortadan kaldıran bir şey. Şimdi, iki ayrı emperyal strateji oluyor tabii iki imparatorluk stratejisinden bahsediyorsak. ABD'ninkini söyledik; tek taraflı bir şekilde savaş ve işgal yoluyla bütün dünyayı askeri üslerle tutarak ve en zayıf, savunmasız ülkeleri de işgal ederek, (Irak'ın egemenlik devri de Profesör Immanuel Wallerstein'in geçenlerde yazdığı gibi "yarım bakirelik" gibi bir egemenlik devri. Yani egemenlik devri aslında son karar Amerika'nın Birleşik Devletleri'nde kalmak üzere bir egemenlik devri olacak) bu şekilde cereyan ediyor. Avrupa Birliği'nin emperyal stratejisiyse hukuki meşruiyet ve çok taraflılık üzerine dayalı demiştik.

 

Bir ikinci ayrım daha yapılabilir burada: Amerika Birleşik Devletleri'nin emperyal tutumunun dini, köktenci temellere dayandığını da söylemek mümkün. Ta başından beri aslında, ama özellikle ikinci Bush zamanında çok belirgin bir şekilde ortaya çıkan; dünyanın ruhunu kurtaracak olan ülke kendileri ve bunu taktir-i ilahi ile, tanrıdan gelen bir yetiyle elde ediyorlar ve bu onlara tevdi edilmiş bir misyon zaten. George W. Bush ve diğer yöneticilerden bazıları bunu çeşitli defalar söylediler. Hakikaten okuduğu, duyduğu zaman insanın tüylerini ürperten, önce gülme eğilimi gösterip sonra da aslında pek de gülünecek bir şey olmadığını gösteren evanjelik akım yani Amerika'daki Hristiyan köktendincilik akımı ve Tanrı'nın işini de kolaylaştırarak Ortadoğu'da İsa'nın geri dönüşünü sağlamak üzere yedi yıllık nihai savaşı – Armageddon - da gerçekleştirip ondan sonra da bütün Yahudilerin ya yanmayı ya da Hıristiyanlığı tercih etmesi gibi iki seçenekle bırakıldığı bir durum. Bu, Kıbrıs'ı, Irak'ı ve tabii ki bütün Filistin'i de içeren bir proje. Şimdi, bu son derece akla aykırı ve gülünç gibi görünen şeyin pek de o kadar marjinalize edilemeyeceğini yani bunların marjinal insanlar olarak sayılamayacağını, sayılmaması gerektiğini ortaya koyan bazı veriler var. 1999'da yapılan son kamuoyu araştırmalarından bir tanesinde yüzde 18'e kadar varan bir seçmen kitlesi olduğunu yani bu tarz inanan insanların bu inanışlara bağlı kiliselere bağlı kaldıkları ve bu vaazları veren Jerry Falwell gibi vaizlere de sürekli olarak kulak verdiklerini gösteren işaretler var. Yüzde 33'ü de Cumhuriyetçi Parti'nin üyesi, yani çok aktif. Şu andaki ABD Adalet Bakanı, son derece etkili bir şahıs olan John Ashcroft da bu yeniden doğuşçu, köktendinci evanjelistlerin, evanjelist kilisenin sağlam inananlarından bir tanesi. Cumhuriyetçi, yanılmıyorsam Senato'daki çoğunluk temsilcisi Tom DeLay de aynı şekilde tam bir inanan. Oysa öbür Avrupa Birliği projesinin çok daha seküler temeller içinde - bütün bu Fransa'daki başörtüsü ve saire tartışmalarını bir an için göz ardı edebilirsek - esas itibarıyla son derece dindışı bir şekilde proje olarak nitelediklerini de görebiliyoruz.

 

Bir üçüncü ve son farklılık da şu oluyor; gene Profesör Keyder'in de önemle belirttiği gibi, neoliberal yani köktendinci piyasa, her şeyin piyasaya bırakılmasını öngören, devletin sadece büyük şirketlerle –silah, enerji vb şirketleri – içiçe, serbest piyasa mekanizması adı altında yöneltilmesi ve sosyal hakların da tümüyle geri plana bırakılmasını öngören bir modeli var, Amerikan imparatorluğu projesinin bir üçüncü unsuru olarak. Şu andaki rakamlara göre, her konuda istatistiklerin bulunduğu, ağaç sayısının dahi büyük rahatlıkla bulunabileceği ABD'de açlık sınırında olan kişilerin sayısını, bir tek bu istatistiği bulmak mümkün değil işte. Ama çok zorlu uğraşmalar yapan bazı araştırmacılar bunun 18 milyon civarında olduğunu söylüyorlar. Bu orta boy büyüklükte bir ülke nüfusuna eşit demektir. ABD'de bir de hapishanelerin özelleştirilmiş durumda olduğunu ve dünyadaki toplam diğer hapishane nüfusundan daha fazla bir mahpus nüfusunu da - iki milyonu aşkın sayıda insanın hapsedildiği bir ülke – buna ekleyebiliriz. Mahkumları ucuz işgücü olarak kullandıkları söylenebilir. Bu, neoliberalizmi öylesine ileri boyuta götürdü ki Irak için hazırlanan ekonomik plan açıklandığı zaman herkesin hakikaten şapkası uçtu çünkü ABD, ülkenin tümünü özelleştirdi ve Amerikan kontrolüne bırakan bir planı meydana getirdi.

 

Son açıklamalarla bu işkence ve kötü muamele ile dolu ve bence insanlık tarihinin en ilginç dönüm noktalarından birini oluşturan dijital fotoğraflardan, videolardan çıkan sonuçlardan bir tanesi daha – bu daha henüz patlamadı – işkencenin dahi özelleştirilmiş olduğu, yani Abu Ghraib ya da Ebu Garib diye adlandırılan Saddam'ın korkunç işkencehanelerini rönove edip şimdi kendi işkencehaneleri olarak kullanan ABD'de bu işkenceleri yapan ekip, 7000 kadar mahkûmun bulunduğu hapishanenin sorumlusu olan General'in de bilgisi, sorumluluğu dışında kalıyor. General - orada Irak'ta görev yapan tek hanım General Janis Karpinski diye bir hanım –bu  feci olaylar, fotoğraflarıyla birlikte ortaya çıkmadan, hemen bir ay önce verdiği bir demeçte, "Burada hiçbir problem yok" diyebiliyor. "Saddam'ın bu korkunç yerini ıslah ettik. Şimdi burada kalanlarla ilgili tek bir problemimiz kaldı" diyor; mahpuslar "eve gitmek istemiyorlar, orada kalmak istiyorlar, şartlarımız o kadar iyi" dedikten sonra görevden alındı bu kadın ve görevden alındıktan sonra da şunu söyledi: "Ben zaten sorgu odalarına giremiyordum, onlar istihbarat ünitelerinin bir takım özelleştirilmiş insanları tarafından yapılıyordu". Yani oradaki tek yetkili generale, aşağı inip de ne olur hücrelere bir bakıverseydin demek geliyor insanın içinden ama öyle değil işte. Amerikan değerleri açısından bakıldığı zaman bunlar normal görülebiliyor. Hukuk meselesinde Avrupa'nın çoktaraflı ve anayasal hukuk çerçevesinde çalışırken, ABD'nin bütün uluslararası hukuk temel metinlerini çiğneme yolunda birbiri arkasından hepsini yırttığını, bunların dışında kaldığını ve baskı yaptığını söylemiştik. Sosyal devleti de - sosyal devletten arta kalan ne varsa - New Deal diye adlandırılan Roosevelt'in projesinin de gerisine götürmeye çalıştığımızı açıkça ifade edebilirim diyen ABD yetkilileri var.

 

Sonuç olarak geldiğimiz nokta şu: Hukuk dışı bırakılan pek çok alan olduğu da ortaya çıktı. Hiçbir ülkenin hukukuna ait olmayan, dolayısıyla ne sorgulanabilen, ne de hesabı sorulabilen, insan haklarının, bütün gelişmelerin tam zıddını oluşturan Guantanamo'da avukatlarıyla ve aileleriyle görüştürülmeyen dünya dışına çıkarılmış 600-700 insan var. Ama ABD'nin Guantanamo'dan başka dünyanın pek çok yerinde böylesine özel hukukdışı alanlar bırakmış olduğu da son zamanlardaki Amnesty International, Uluslararası Af Örgütü gibi bütün uluslararası sivil toplum kuruluşlarının belgelerinden ortaya çıktı. Hatta mesela Kızılhaç gibi, en eski - artık Hıristiyani mi dersiniz, ne derseniz - sivil toplum kuruluşunun da incelemek üzere, bu korkunç şeylerin yapıldığı hapishaneye sokulmasına karar verildiği zaman bütün bu sorguların (Sorgulanan 25 kişi de öldürülmüş bu sorgularda, şimdilik bildiğimiz bu) Kızılhaç'ın görüşünden kaçırıldığı belgeleri de gazetelerde yazıldı.

 

Sonuçta medeniyetler çatışması var ortada belki ama Çağlar Keyder'in dediği gibi, bu medeniyetler çatışması batının kendi içinde aslında. Avrupa Birliği'nde daha gelişkin bir insan hakları ve hukukun üstünlüğü temeli olduğu şüphesiz ve sosyal devlet konusunda da ABD'den çok daha farklı, çok daha iyi durumda, sosyal güvenlik tedbirleri filan açısından. Avrupa Birliği ülkeleri bunları özelleştirmeyi hâlâ reddediyor, direniyor. İçinde bazı Truva atları da bulunmasına rağmen, ABD'nin en güvenebileceği İngiltere var tabii Truva Atı olarak. Britanya'da zaten Tony Blair biliyorsunuz, bu anayasal düzenlemeler konusunda tam bir U dönüşü yaparak Britanya'nın üyelik konusunu referanduma sunmaya karar verdi ve durumun ne olacağı belli değil. Avrupa medeniyetine yeni katılmakta olan bazı eski Sovyet Bloku ya da Doğu Avrupa ülkelerinin, mesela Ukrayna'nın bilindiği kadarıyla en az 100 bin seks kölesi çalıştıran bir ülke olarak Avrupa Birliği'ne katılmasının da ne gibi sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz. Ya da Litvanya'nın yüzde 40'lık, inanılmaz büyüklükte  bir azınlık oluşturan  Ruslarına vatandaşlık hakkı tanımaması durumunun hâlâ nasıl Avrupa Birliği'ne alındığını ayrıca da düşünmek gerekiyor. Ama laik, saldırmacı olmayan ve sosyal devlet ağırlıklı bir Avrupa İmparatorluğu projesinin karşısında sosyal devleti yerle bir eden, saldırgan, işgalci ve köktenci dini temellere dayanan bir başka imparatorluk belirmekte. ABD Türkiye'nin AB'ne girmesini destekledi ama bunu bir Truva Atı olarak mı düşündü, bunları kestirmek imkânsız tabi fakat çok önemli bir noktayı da gözden kaçırmamalıyız bence: İki ayrı imparatorluk tasavvuru arsında kalan "iki arada bir derede" pozisyonunda bulunan Türkiye'nin DGM'siz, 1980 darbesinin en temel ilk uygulaması olan YÖK meselesinde bir takım olumlu adımlar atarak ve Milli Güvenlik Kurulu gibi vesayetçi bir devlet anlayışını yani 'Devlet Baba' anlayışını bir ölçüde kıran, askeri harcamaların da şeffaflaştığı bir düzene geçmesinde AB'ne girme çabasının rolü de hiç yabana atılacak bir şey olmasa gerek diye bakıyorum meseleye. Herhalde tercih bu şekilde yapılmalı, yani hedef AB'ye yönelik ve entegrasyon olmalıdır diye  düşünüyorum.

 

(Avrupa Kültür Derneği tarafından 2005 yılında yayımlanan kitapta yer almıştır.)